Bilmek

اِطَّلَعَ | حَسِبَ | دَرَى | ظَنَّ |عَرَفَ | عَلِمَ | يَقِنَ 

Müellif: İbrahim Yıldız
Yayınlanma Tarihi: 27.10.2023            

IṬṬALEʿA | اِطَّلَعَ

Sözlükte ıṭṭaleʿa اِطَّلَعَ “bilmek, vakıf olmak, farkına varmak, ansızın çıkagelmek, göz atmak, bakmak” demektir. Kendisinden türediği طَلَعَ fiilinin temel anlamı “ortaya çıkmak, görünmek, baş göstermek” şeklindedir. طَلَعَ Güneş, Ay veya yıldızın doğması; ekinin topraktan çıkmaya başlaması, ağacın filizinin ortaya çıkması veya çiçeğin tomurcuklanması gibi görünür olmayı ifade eder. Nitekim طَلَعَ الشَّمْسُ “Güneş doğdu.”; مَطْلِعٌ “Güneş’in doğduğu yer”; أَطْلَعَتِ النَّخْلُ “Hurma tomurcuk çıkardı/çiçek açtı.”; طَلْعُ النَّخْلِ “hurma tomurcuğu” anlamındadır. اِطَّلَعْتُهُ bir şeyi bilmeyi ve görmeyi anlatır. Bu anlamdan istiâreyle طَلَعَ عَلَيْنَا فُلاَنٌ “Falan kişi aniden bize çıkageldi.” şeklinde kullanılır (Ezherī, Tehẕību’l-Luġa, 2/168-171; İbn Fāris, Muʿcem, 3/419; Cevherī, eṣ-Ṣıḥāḥ, 3/1253-1254; Iṣfehānī, el-Mufredāt, 306; Fīrūzābādī, Beṣāʾir, 3/513; Ebū’l-Beḳā, el-Kulliyyāt, 141; Aḥmed Muḫtār, el-Muʿcemu’l-Mevsuʿī, 1004).

Kur’an’da türevleriyle 19 yerde geçmektedir. Bu yerlerde şu manalardadır: 1. Güneş’in doğması (el-Kehf 18/17, 90; Ṭā-Hā 20/130). 2. (Güneş vb. gök cisimlerinin) doğuş yeri (el-Kehf 18/90). 3. Görmek, farkına varmak (eṣ-Ṣāffāt 37/54, 55). 4. Bilmek, vakıf olmak (Meryem 19/78). 5. Bildirmek, muttali kılmak (Ālu ʿİmrān 3/179). 6. Ulaşmak (el-Müʾmin 40/37; el-Ḳaṣaṣ 28/38). 7. Tomurcuk (el-ʾEnʿām 6/99). (Muḳātil, Tefsīr, 3/608; Māturīdī, Teʾvīlāt, 9/25; Māverdī, en-Nuket, 5/51; Vāḥidī, et-Tefsīru’l-Basīṭ, 14/312; Beġavī, Meʿālimu’t-Tenzīl, 5/253).

ḤASİBE | حَسِبَ

Sözlükte ḥasebe حَسَبَ ise “hesap etmek, saymak”, ḥasibe حَسِبَ ise “zannetmek, addetmek, kabul etmek” manalarındadır. حِسَابٌ وَحُسْبَانٌ “hesap, hesaplamak”; حِسْبَانٌ ise “zannetmek” anlamında mastardır. Nitekim حَسَبْتُ الشَّىْءَ bir şeyi saymayı anlatır. حَسِبْتُهُ كَذَا كَائِنًا “Onu gerçekleşmiş saydım.” demektir. Iṣfehānī, ḥısbān kökünü şöyle açıklamaktadır: “İki zıt şeyden biri lehinde karar verirken, diğerini hiç aklına getirmemektir. Böylece onu hesaplar ve parmakları ile onu sayar. Bu, içinde şüphenin kalabileceği bir şey niteliğindedir. Zan da buna yakın bir anlam taşır. Şu farkla ki zanda kişinin aklına zıt olan iki şey beraber gelir ama sonunda biri diğerine üstün çıkar.” Dolayısıyla ḥısbān hesaplama anlamından hareketle hem emarelerin sayısının fazla olmasından hem de yeterli olmasından dolayı daha kuvvetli bir inanç ifade etmektedir. Fīrūzābādī’ye göre ḥısbān kişinin aklında diğerinin doğruluğuna dair bir bilgi, bir fikir olmamasına rağmen iki zıttan biri hakkında hüküm vermektir. Böylece o şey hakkında bilgi eksikliğinden dolayı hala şüphe olduğu halde doğru/gerçek kabul edilip karar verilir (Ḫalīl b. Aḥmed, Kitābu’l-ʿAyn, 1/314; Ezherī, Tehzību’l-Luġa, 4/331; İbn Fāris, Muʿcem, 2/59; Iṣfehānī, el-Mufredāt, 117-118; Semīn el-Ḥalebī, ʿUmdetu’l-Ḥuffāz, 404; Fīrūzābādī, Beṣāʾir, 2/463).

Kur’an’da türevleriyle 109 yerde geçmektedir. Bu yerlerde şu manalardadır: 1. Zannetmek, bilmek (el-Baḳara 2/214; el-Humeze 104/3). 2. Hesap, ölçü (el-Baḳara 2/212; er-Rahmān 55/5). 3. Azap, bela, afet (el-Kehf 18/40). 4. Çok, yeterli olmak (el-Baḳara 2/206; en-Nebeʾ 78/36). 5. Muhasebe, sorgu (eş-Şuʿarā 26/113; Ṣād 38/16). 6. Hesaba çekmek (el-Baḳara 2/284; eṭ-Ṭalāḳ 65/8) 7. Hesaba çeken, ecir veya ceza veren (en-Nisā’ 4/6, 86;  el-ʾAḥzāb 33/39). 8. Beklentide bulunmak (ez-Zümer 39/47; el-Ḥaşr 59/2). Zannetmek ve bilmek anlamıyla ḥasibe fiili, muhataplarının kesin bir bilgi gibi kabul ettiği ama Kur’an’a göre mesnetsiz ve zan seviyesine indirilen ön yargılara işaret etmektedir (Ṭaberī, Cāmiʿu’l-Beyān, 6/227; Dāmeġānī, el-Vucūh ve’n-Neẓāʾir, 1/253; Beġavī, Meʿālimu’t-Tenzīl, 1/245; Ḳurṭubī, el-Cāmiʿ, 3/409; Fīrūzābādī, Beṣāʾir, 2/460-461; İbnu’l-Cevzī, Nuzhe, 250-251).

DERĀ | دَرَى

Sözlükte derā دَرَى “bilmek, sezmek, anlamak, kavramak, bir şeyde şüphe ettikten sonra onu öğrenmek ya da bir tür hüner ve beceri ile öğrenmek” anlamına gelmektedir. Nitekim دَرَيْتُهُ وَدَرَيْتُ بِهِ “Onu bildim.”, اِدَّرَيْتُ “Hile ile bildim.” demektir. أَدْرَى “bildirmek, haber vermek, tebliğ etmek”; دِرَايَةٌ “anlama, anlayış, bilme, dirayet, duyma, vukuf” manasındadır. مِنْ غَيْرِ دِرْيَةٍ kullanımı مِنْ غَيْرِ عِلْمٍ gibi “bilmeden” manasındadır (Ḫalīl b. Aḥmed, Kitābu’l-ʿAyn, 2/24; Ezherī, Tehẕību’l-Luġa, 14/156; İbn Fāris, Muʿcem, 2/271; Iṣfehānī, el-Mufredāt, 168-169; Fīrūzābādī, Beṣāʾir, 2/597).

Kur’an’da türevleriyle 29 yerde geçmektedir. Bu yerlerde şu manalardadır: 1. Bildi (el-ʾEnbiyā 21/109; Luḳmān 31/34). 2. Bildirdi (el-ʾİnfiṭār 82/17; eṭ-Ṭārıḳ 86/2). Kur’an’da geçen وَمَا أَدْرَاكَ “Sen bilir misin?” sorusuyla işaret edilen hususların tamamı sorunun devamında açıklanmıştır (el-Ḳadr 97/2-3; el-Ḳāriʿa 101/10-11). وَمَا يُدْرِيكَ “Sen ne bilirsin?” kullanımlarından sonra ise herhangi bir açıklama yapılmamıştır (ʿAbese 80/3; eş-Şūrā 42/17). (Iṣfehānī, el-Mufredāt, 168-169; İbn ʿAṭiyye, el-Muḥarraru’l-Vecīz, 8/658; Fīrūzābādī, Beṣāʾir, 2/597).

ẒANNE | ظَنَّ

Sözlükte ẓanne ظَنَّ “zannetmek, kuşkulanmak; kesin bilgiye ulaşmak” anlamlara gelmektedir. İbn Fāris bu kökün ezdâd (zıt anlam taşıyan kelimeler) türünden bir sözcük olup hem şüphe hem de kesin bilgi (yakīn) şeklinde iki temel anlamının bulunduğunu söyler. Fakat dil âlimleri, kesin bilgi anlamında daha az kullanıldığına ve zanna dayanan bilginin kesinliğinin ilimde olduğu gibi açık olmadığına işaret etmektedir. ظَنَنْتُ ظَنًّا hem “Kesin olarak bildim.” hem de “Zannettim.” demektir. مَظِنَّةٌ “bir şeyin aslı, membaı, mekânı” anlamına gelmektedir. ظَنِينٌ “suçlu olduğu sanılan kişi, şüpheli”; ظَنُونٌ “içinde su olup olmadığı bilinmeyen kuyu, kötü zan ve hayrı az olan şey”; اَلدَّيْنُ الظَّنُونُ “alacaklıya ödenip ödenmediği bilinmeyen borç” demektir. Ẓannın şüphe ifade ettiği durumlarda kişinin bir tarafı seçme noktasında verdiği kararının kesin olmayıp karşı tarafın da doğruluğuna ihtimal tanıması söz konusudur. Iṣfehānī’ye göre zan, bir emareden meydana gelen fikir, düşünce, tahmin, varsayımdır.  Bu emare eğer kuvvetli olup kişiyi bir bilgiye götürürse zan kelimesi ilim, yakîn; zayıf olursa hisbân; çok zayıf olursa vehim anlamında kullanılır (Ḫalīl b. Aḥmed, Kitābu’l-ʿAyn, 3/80; Ezherī, Tehzību’l-Luġa, 14/364; İbn Fāris, Muʿcem, 3/462-463; ʿAskerī, el-Furūḳu’l-Luġaviyye, 98; Iṣfehānī, el-Mufredāt, 317; Zemaḫşerī, Esāsu’l-Belāġa, 1/628; Curcānī, Taʿrīfāt, 149; Fīrūzābādī, Beṣāʾir, 3/545; Ebū’l-Beḳā, el-Kulliyyāt, 593-594).

Kur’ân’da türevleriyle 69 yerde geçmektedir. Bu yerlerde şu manalardadır: 1. Bilmek, inanmak (el-Baḳara 2/46; el-Kehf 18/53). 2. Zannetmek, sanmak (el-ʾİsrā 17/52; eş-Şuʿarā 26/186). 3. Şek, şüphe (Yūnus 10/60; el-Cāsiye 45/32). Kur’an’da kişinin zannı güçlendiğinde veya güçlüymüş gibi düşünüldüğünde ẓann fiilinden sonra أَنَّ; zannı zayıf olduğunda ise أَنْ ile kullanılmaktadır. Ẓanndaki bir başka incelik ise Zerkeşī’nin de işaret ettiği üzere övülen ve karşılığında sevap vaat edilen konularda yakîn; zemmedilip hakkında azap ile tehdidin olduğu konularda ise şekk ifade etmesidir (Dāmeġānī, el-Vucūh ve’n-Neẓāʾir, 2/61-62; Iṣfehānī, el-Mufredāt, 317; Fīrūzābādī, Beṣāʾir, 3/545-547; Ebū’l-Beḳā, el-Kulliyyāt, 588).

ʿARAFE | عَرَفَ

Sözlükte ʿarafe عَرَفَ “bilmek, düzenlemek, tanımak, haberi olmak, farkında olmak ve suçunu itiraf etmek” manalarına gelir. İbn Fāris’e göre “bir şeyin bir kısmının aralıksız bir şekilde diğerinden sonra gelmesi; sükûnet ve huzur” olmak üzere iki temel anlamı vardır. Birinci anlamla ilişkili olarak عُرْفٌ “örf, adet, birbirinin arkasından gelenler”; عَرْفٌ daha çok “güzel koku, kokusu devamlı olan şey” ifadeleri kullanılır. عُرْفُ الْفَرَسِ “at yelesi”; جَاءَ الْقَطَا عُرْفًا “Kaya kuşları peş peşe geldiler.” demektir. عَرَفْتُ الشَّيْءَ “Bir şeyin kokusunu aldım.”; عَرَّفَهُ “Ona güzel bir koku verdi.” anlamındadır. İkinci manasıyla irtibatlı olarak da الْمَعْرِفَةُ وَالْعِرْفَانُ düşünerek ulaşılan ilimdir. İbn Fāris’e göre maʿrifet ve ʿirfān “bir şeyi bilmek, bir şeyin izini takip ederek ve düşünerek onu algılamak” olup bu, kişinin bildiği şeye karşı aşinalığına ve onun yanında huzur bulmasına işaret eder. Bu manada عَرَفْتُ كَذَا “Şunu tanıdım/bildim.”; عَرَّفَهُ كَذَا “Ona şunu bildirdi.” denilir. مَعْرُوفٌ “akıl ve şeriat ile güzel olduğu bilinen şey”; عُرْفٌ ise “iyilik” manasındadır. اِعْتَرَفَ “ikrar etmek, kabul etmek” manasına gelir. Bu da kişinin günahını/suçunu bildiğini, kabul ettiğini gösterir. تَعَارَفَ ise tanışmaktır (Ezherī, Tehzību’l-Luġa, 2/346; İbn Fāris, Muʿcem, 4/281-282; Cevherī, eṣ-Ṣıḥāḥ, 4/1400-1403; Vāḥidī, et-Tefsīru’l-Basīṭ, 20/224-225; Iṣfehānī, el-Mufredāt, 331-332).

Kur’an’da türevleriyle 71 yerde geçmektedir. Bu yerlerde şu manalardadır: 1. Bilmek, tanımak (el-Baḳara 2/146; el-Müʾminūn 23/69). 2. Bildirmek (et-Taḥrīm 66/3). 3. İtiraf etmek, kabullenmek (et-Tevbe 9/102; el-Müʾmin 40/11). 4. Yüksek yer, Aʿrâf (el-ʾAʿrāf 7/46, 48). 5. Örf, adet (el-Baḳara 2/178, 233). 6. İyilik (el-Baḳara 2/231; Ālu ʿİmrān 3/110, 114). 7. Arafat (Mekke’de bir yer) (el-Baḳara 2/198). 8. Peş peşe gelmek (el-Mürselāt 77/1). 9. Tanışmak (Yūnus 10/45; el-Ḥucurāt 49/13). (ʿAskerī, el-Furūḳu’l-Luġaviyye, 80; Iṣfehānī, el-Mufredāt, 331-332; Bursevî, Furūk, 145).

ʿALİME | عَلِمَ

Sözlükte ʿalime عَلِمَ “bir şeyi kesin olarak bilmek, kavramak, anlamak, ayırt etmek, algılamak,” anlamlarına gelir. ʿAlime kesin ya da kesin olmayan bir şekilde bilmeyi ifade eder. İbn Fāris’e göre bu kökün temel anlamı bir şeyde bulunan ve onu diğerlerinden ayırt eden izdir. Nitekim “Bir şeyi işaretledim.” manasında عَلِمْتُ عَلَى الشَّيْءِ عَلَامَةً denilir. عِلْمٌ bir şeyi hakikatini idrak etmek ve bir şeyin başka şeylerden farklılığını ortaya koyan niteliktir. عَلَمٌ “bir şeyin kendisiyle bilindiği işaret”, عَلَمُ الطَّرِيقِ “yol işareti”, عَلَمُ الْجَيْشِ “ordu sancağı” demektir. Bundan dolayı عَلَمٌ dağı, mecazen de ünlü ve meşhur olmayı ifade eder. أَعْلَمْتُ كَذَا “Ona işaret koydum.” anlamındadır. عَالَمٌ ise felek ve içine aldığı cevherin ve arazın (kâinat) ismidir ve asıl itibarıyla “kendisiyle yaratıcısının bilinen şey”e verilen addır. أَعْلَمَ ve عَلَّمَ fiilleri her ne kadar “bildirmek ve öğretmek” anlamlarında olsa da أَعْلَمَ hızlı bir şekilde haber vermeye, عَلَّمَ ise öğrenende etkisini gösterecek kadar bilgiyi tekrar etmeye özgüdür (Ḫalīl b. Aḥmed, Kitābu’l-ʿAyn, 3/221; İbn Fāris, Muʿcem, 4/109-110;  Iṣfehānī, el-Mufredāt, 343-344; Zemaḫşerī, Esāsu’l-Belāġa, 1/676; Curcānī, Taʿrīfāt, 160-161; Fīrūzābādī, Beṣāʾir, 4/88; Ebū’l-Beḳā, el-Kulliyyāt, 610-611; Tehānevī, Keşşāfu Iṣṭılāḥāti’l-Funūn, 2/1215).

Kur’an’da türevleriyle 854 yerde geçmektedir. Bu yerlerde şu manalardadır: 1. Bilmek, öğrenmek (el-Baḳara 2/13, 102; Ālu ʿİmrān 3/135). 2. Öğretmek (el-Baḳara 2/31; Yūsuf 12/6). 2. İlim (el-Fetḥ 48/25; en-Necm 53/35). 3. Bilinen (Ṣād 38/81; el-Vāḳıʿa 56/50). 4. Âlim ve Çok iyi bilen anlamında Allah’ın adı (Yūsuf 12/76; Fāṭır 35/44).  5. Âlem (el-Fātiḥa 1/2; el-Baḳara 2/47). Âlem kelimesi Kur’an’da hem kâinat hem de insanlara işaret etmektedir. 6. Dağ (eş-Şūrā 42/32). 7. İşaret (en-Naḥl 16/16).

YEḲINE | يَقِنَ

Sözlükte yeḳıne يَقِنَ “şüpheyi gidermek, kesin olarak bilmek, bir şeyden emin olmak” demektir. Nitekim يَقِنْتُ الْأَمْرَ يَقْنًا cümlesinde bu mana vardır. يَقِيِنٌ “hüküm verildikten sonra ortaya çıkan huzur” şeklinde tanımlanır. Ebū’l-Beḳā’ya göre يَقِنَ الْمَاءُ فِي الْحَوْضِ “Su havuzda durdu.” tabirinden hareketle “bilginin kalbe yerleşmesi” anlamında terimleşmiştir. İbn Fāris’in yakīni “şüphenin giderilmesi” şeklinde açıklaması yakīnin, öncesinde şüphe bulunan ve bu şüphenin izale edilmesiyle ulaşılan kesin bilgi manasında olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla yakīn bir konuya dair şüpheyi istidlalde bulunarak giderip kesin olarak bilmektir. (Ḫalīl b. Aḥmed, Kitābu’l-ʿAyn, 4/413; Ṣāḥib b. ʿAbbād, el-Muḥīṭ, 6/36; İbn Fāris, Muʿcem, 6/157; Cevherī, eṣ-Ṣıḥāḥ, 5/2219; Iṣfehānī, el-Mufredāt, 552; Rāzī, Mefātīḥu’l-Ġayb, 2/36; Curcānī, Taʿrīfāt, 280; Ebū’l-Beḳā, el-Kulliyyāt, 979-981; İbn ʿĀşūr, et-Taḥrīr, 1/240).

Kur’ân’da türevleriyle 28 yerde geçmektedir. Bu yerlerde şu manalardadır: 1. Kesin olarak inanmak ve kabul etmek (el-Baḳara 2/4; en-Neml 27/14). 2. Kesin olarak iman eden (es-Secde 32/12; el-Cās̱iye 45/12). 3. (Verilen haber, bilgi vs. için bir sıfat olarak) kesinlik, doğruluk (et-Tekāsur 102/5, 7; en-Neml 27/22). 4. Ölüm (el-Ḥicr 15/99; el-Müddessir 74/47). (Dāmeġānī, el-Vucūh ve’n-Neẓāʾir, 2/322-323; Dāmeġānī, Ḳāmūs, 504; Zemaḫşerī, el-Keşşāf, 1/157; İbnu’l-Cevzī, Nuzhe, 635; Rāzī, Mefātīḥu’l-Ġayb, 27/242; Ḳurṭubī, el-Cāmiʿ, 19/105; Ebu’s-Suʿūd, İrşād, 1/58; Ālūsī, Rūḥu’l-Meʿānī, 30/225).

KARŞILAŞTIRMA

Iṭṭaleʿa, hasibe, derā, ẓanne, ʿarafe, ʿalime ve yeḳıne  “bilmek” manası bakımından yakın anlamlı olsa da bu kelimelerin arasında bazı farklar vardır. “Ortaya çıkma, görünme” kök anlamındaki ṭaleʿadan türeyen ıṭṭaleʿa kelimesindeki “bilmek” manası, görünür olan veya kendisine bakılan bir şeyin bilinebilir olacağı düşüncesini çağrıştırmaktadır. Ḥasibe emarelerin sayısının fazla ve yeterli olmasından dolayı bir şeye yönelik kuvvetli inancı ve kabulü ifade etmektedir. Kelimenin mastarı olan ḥısbān ise kişinin bir bilgi ve fikrinin olmamasına rağmen birbirine zıt olan iki şeyden birinin doğruluğu hakkında bazı emarelerden hareketle hüküm vermesidir. Derā hile veya beceri gibi çeşitli yollara başvurarak bilmek demektir. Bundan dolayı bu kelime Allah’ın ilmi için kullanılmaz. Ẓann şüpheli bir durum karşısındaki kişinin, bir tarafı seçerken diğer tarafın da doğruluğuna ihtimal tanımasıdır. Ẓann bir emareden meydana gelen bilgi, düşünce, tahmin ve varsayımın adıdır. Ẓann, emare kuvvetli olup kişiyi bir bilgiye ulaştırdığında ʿilm ve yakīn; zayıf olursa ḥısbān, çok zayıf olursa vehm anlamını belirtir. Ẓanne kişinin kendisiyle ilgili olarak kullandığında şüpheyi değil, kesin inanmayı ifade eder. Dolayısıyla ẓannın şüpheye konu olan kullanımı genellikle başkalarıyla ilgilidir. ʿAlime ise bir şeyi olduğu hal üzere bütün unsurlarıyla kapsamlı ve kesin bir şekilde bilmektir. ʿArafe, bir şeyi duyu organlarıyla bilmektir. Maʿrifet bilgiye konu olan nesnenin cüzlerine yönelik detay ve tikel bilgidir. Nitekim bu bilgi, bir şeyi düşünerek ve eserini inceleyerek bilmektir ve ʿilimden daha dar ve sınırlıdır. İnsanın Allah’ın zatını tam olarak kavrayamaması ve yarattıklarından yola çıkarak O’nu bilmesi sebebiyle bir kişi için “Allah’ı tanıyor (yaʿrifu).” denilebilirken “Allah’ı biliyor (yaʿlemu).” denilemez. Dolayısıyla her maʿrifet ʿilimdir ama her ʿilim, maʿrifet değildir. Yeḳıne ise bir konuyla ilgili şüpheyi istidlalde bulunarak giderip kesin olarak bilmektir. Bu nedenle Allah’ın ilmi ve zaruriyât için bu kelime kullanılmaz. Yakīn; maʿrifet, dirāyet ve benzeri kavramların taşıdığı anlamların üstünde bir bilme derecesi olarak kabul edilir. Yaḳīn, ʿilm kelimesine izafe edilir (عِلْمُ يَقِينٍ); fakat مَعْرِفَةُ يَقِينٍ şeklinde maʿrifet kelimesine izafe edilmez. عِلْمُ يَقِينٍ şeklindeki kullanımda ilmin en yüksek derecesini ifade eder ve ilimden daha dar kapsamlıdır (Ḫalīl b. Aḥmed, Kitābu’l-ʿAyn, 1/314; 3/80; Ezherī, Tehzību’l-Luġa, 2/346; 4/331; 14/364; İbn Fāris, Muʿcem, 2/59; 3/462; 4/281; 6/157; el-Cevherī, eṣ-Ṣıḥāḥ, 4/1400; 5/2219; ʿAskerī, el-Furūḳu’l-Luġaviyye, 80, 98; Vāḥidī, et-Tefsīru’l-Basīṭ, 20/224-225; Iṣfehānī, el-Mufredāt, 117, 317, 331, 552; Rāzī, Mefātīḥu’l-Ġayb, 2/36; Semīn el-Ḥalebī, ʿUmdetu’l-Ḥuffāz, 404; Curcānī, Taʿrīfāt, 149, 280; Fīrūzābādī, Beṣāʾir, 2/463; 3/545; Ebū’l-Beḳā, el-Kulliyyāt, 594, 978-980; Bursevî, Furūk, 145; Muṣṭafavī, et-Taḥḳīḳ, 8/250).